18 Ekim 2011 Salı

MACERALAR ve ANILARIN RENGİ


Mevsim geçişlerinde yapılan derin temizlik her zaman yeniliğin hazırlığını temsil etmiştir benim için. Bu temizlik esnasında ben hep hareket gerektirmeyen ancak yorucu işleri seçmişimdir.
Yılın son baharına girerken renklerle büyülenmeyi tercih ettim. Sonbaharı betimleyen sarı ve kırmızı renklerin, herkesin aksine çok canlı olduğunu düşünürüm. Rengarenktir doğa. Doğa rengarenk olmasaydı nasıl olurdu acaba? Renklerin nasıl oluştuğunu ve “Renkleri İcat Eden Profesör”ün macerasını bilir misiniz?
Ondan önce renk diye bir şey yoktu. Her şey griydi. Bu profesör'ün tek bir amacı vardı. O da bir balon yapıp onunla seyahat etmek. Bu hayale öylesine kaptırmıştı ki kendini, icat ettiği bir sürü şey bir kenarda paslanıyordu. Bir gün profesör sıcak havanın soğuk havadan daha hafif olduğunu keşfetti. Kocaman balonunu yaktığı gri ateşle ısıttı. Ancak balondaki hava soğuyunca ne olacaktı peki? Yanına ağırlık alması gerektiğini anlaması uzun sürmedi. İşte ağırlık olarak da laboratuarının bir köşesinde duran yedi çuvalı aldı ve yolculuğuna başladı. Profesör ve köpeği yüksek dağların ve tepelerin üzerinden uçtular. Denizlerin ve nehirlerin üzerinden geçtiler. Tam yağmur ormanlarından geçerken alçalmaya başladılar. Profesör hemen eline ilk geçen torbayı attı. Torba ağaçların üzerine düşerek patladı ve etrafa yeşil renk yayıldı. Böylece ağaçlar yeşil oldu. Profesör'ün o kadar hoşuna gitti ki bu, hemen diğer torbaları da fırlattı. Domatesler, ateşin alevleri, elmalar ve evlerin çatıları kırmızı; gökyüzü ve okyanus mavi oldu. Önceden mavi dökülen yerlere kırmızı gelince mor çıktı ortaya. Limonlar, papatyalar ve Güneş sarı oldu. Siyah kömürü kapkara yaptı. Beyaz karı boyadı. İnsanlar gökten yağan renkleri görünce çok şaşırdılar. Onlar da bundan nasiplerini aldılar tabii. Kimi beyaz oldu, kimi koyu kahve kimi de sarı. Profesör bunları seyrederken sevinçle zıplıyordu. Balonu yükselirken kalan renk tutamlarını da serpti ve muhteşem bir gökkuşağı oluştu. Profesör ve köpeği gökkuşağının arasından gözden kayboldular. İşte dünyanın renklenmesi böyle oldu. Hepsi bir tesadüf eseriydi yani..
Eğer yanlış dağıtsaydı renkleri, doğa hep sonbaharın renklerini taşıyor olabilirdi. Ya da başka bir gezegende kök salan pembe veya mor ağaçlar gökyüzüne uzanıyor olurdu evimizin önünde.Mor deyince ve renklerle renklenince zihnim; zamanında benim olan şimdi kardeşime kalan boya takımı ile ilgili çocukluk anılarım beni zamanda geriye götürdü. Ben boyaların birbirine değerek kirlettikleri yüzlerini temizlerken, hatıralarım da tıpkı resimler gibi gözümün önünde belirmeye başlamıştı.
Babam kestane zamanı Bursa'dan almıştı onu. Gece eve geç geldiği için sabah görmemi istedi. Yarı uykulu halimle bile bana bir sürprizi olduğunu anladım. O kadar mutlu olmuştum ki onu gördüğümde, şimdi bu titizliğim o hatıranın hakkını vermeli, 'sabah olsun da resim yapayım' heyecanını kardeşime de hissettirmeli.
İki bölmeli, mor plastik çanta içinde yirmi dört renk pastel boya vardı. Bir öğretmen ya da iş kadını gibi dolaşırdım evin içinde, elimde boya çantası. Böyle bir şeye sahip olmak bana bile farklı gelirken, arkadaşlarım arasında beni statü sahibi yapacaktı!
Yeşilin tonları vardı, çok işime yarardı. Bir ormanda türlü ağaç çizerdim. Yeşil bir ormana nasıl yakışıyor, ona nasıl huzur veriyorsa; beni de o kadar eğlendiriyordu. Pembe vardı renk renk.. Safran sarısı bile vardı başka kimsede olmayan. Yavru ağzı dediğimiz bir renk ile insan yüzü yapardım.(Ne ilginç isimleri var renklerin. Güzel, canım Türkçe'm. Baksana senin azizliğine renkler bile uğramış.) Bu renk de başkasında yoktu.
Tahmin edildiği gibi bu boyaların kıskançlığı da oluyordu bende. Çok sevdiğim arkadaşlarımdan bile değerliydi. Şimdi olsa “altı üstü boya, kaybolsa ne olur, birlikte resim yapabilmek önemli olan derdim. Çocukluk işte.. Ödünç vermediğim boyalar yüzünden sıra arkadaşımla küsüşüyor, tenefüste tekrar barışıyorduk.
Annem anlatıyor: Abisi ile ortak kullandıkları bir kuru boya varmış. Altılı.. Annem resim dersi olduğu zaman abisinin sınıfına gidip istermiş. Dersin günü belli olmadığından boyalar da hep abisinde dururmuş. Bir gün dersi böldüğü için öğretmen anneme kızmış.
Alım gücü olsa dahi insanların alçakgönüllülükten aşırıya kaçmadığı eski zamanlarda, yokluğun içinde öğrenciliğini yaşamaya çalışan annem ve abisine bir kutu boya daha alınmış. Bir şeylerin ite kaka olması ardımızda kalbi kırık anılar bırakıyor sadece. Sanırım bu yüzden; annemin hiçbir zaman güzel resim yapamadığını söylemesi, bizi yarışmalara ve yaratıcılığa teşvik etmesi..
Ancak gözardı ettiği bir şey var. Şimdi resimler bilgisayarlarda yapılıyor. Eller kirlenmeden, boyalar paylaşılmadan.. Güzel olmadı diye bir resmi yeni baştan yapmak yok. Düzeltmek istediğin yeri hemen geri alıveriyorsun.
Ama doğanın canlılığına ve güzelliğine verdiğimiz zararı tek duşla geri alamıyoruz, maalesef. Bundandır ki; kardeşlerimiz ve çocuklarımız kurak toprakları, ölen balıkları, ağlayan kutup ayılarını ve kuru ağaçları resmediyorlar. Geleceği gördükleri çok aşikar. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder